Batı'nın "Filistin'i Tanıma" Tiyatrosu ve Perde Arkasındaki Asıl Senaryo

İsrail, yıllardır bu tekele bir alternatif yaratma hayali kuruyor. Akdeniz'i Kızıldeniz'e bağlayacak olan Ben Gurion Kanalı projesi, hayata geçtiği takdirde İsrail'i küresel ticaretin ve jeopolitiğin merkezine oturtacak, onu vazgeçilmez bir aktör haline getirecektir.

Abone Ol

Sayın okurlarım,
Uluslararası diplomasi sahnesinde bazen öyle anlar yaşanır ki, atılan adımların gürültüsü, asıl niyetlerin sessizliğini bastırmak için kullanılır. Son dönemde Batı başkentlerinden yükselen "Filistin'i tanıma" korosu da tam olarak böyle bir anın habercisi gibi duruyor. Fransa'nın başını çektiği, İngiltere, Kanada, Avustralya gibi ülkelerin katıldığı bu ani aydınlanma, ilk bakışta Filistin halkının onurlu mücadelesi adına tarihi bir zafer gibi yankılanabilir. Kuşkusuz hepimiz, Filistin'in egemen bir devlet olarak dünya ailesindeki yerini almasını arzu ediyoruz. Ancak siyaset, arzulardan çok gerçeklerle ve çıkarlarla şekillenir.
Bu yüzden sormamız gereken o kritik soru şudur: Bu bir tanıma mıdır, yoksa ustaca kurgulanmış bir oyalama mı?
Bu tanıma vaatlerinin detaylarına indiğimizde, tablonun rengi anında değişiyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, 22 Eylül'de görkemli bir dille ülkesinin Filistin'i tanıdığını ilan ediyor, ancak hemen ardından cümlenin sonuna bir dizi şart ekliyor: "Gazze'deki tüm esirler serbest bırakıldıktan ve ateşkes sağlandıktan sonra büyükelçilik açmaya karar verebilirim."
Diğer ülkeler ise daha net bir takvim veriyor gibi görünse de aslında belirsizliği derinleştiriyorlar: Bir sonraki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na kadar, yani 8 Eylül 2026'ya kadar tanıyacaklarını söylüyorlar.
Günde ortalama 250 insanın katledildiği bir coğrafyada, bir yıl sonrasına verilen bu randevu, acı bir şakadan farksızdır. Basit bir hesapla, bu süre zarfında yaklaşık 92.000 Filistinlinin daha hayatını kaybetmesi anlamına gelebilir.
Bu nasıl bir vicdan, nasıl bir mantıktır?
Meselenin özüne inmek için, bir yapının "devlet" olarak kabul edilmesinin hukuki ve fiili şartlarını masaya yatırmamız gerekir. 1933 tarihli Montevideo Konvansiyonu, bir devletin varlığı için dört temel kriter ortaya koyar: daimi bir nüfus, tanımlanmış bir bölge, bir hükümet ve diğer devletlerle ilişki kurma kapasitesi.
Filistin bu şartları karşılıyor mu?
Kâğıt üzerinde bakalım.
Daimi nüfus?
Evet, Batı Şeria ve Gazze'de milyonlarca insan yaşıyor.
Hükümet?
Evet, uluslararası alanda muhatap alınan bir Filistin yönetimi mevcut.
Diğer devletlerle ilişki kurma kapasitesi?
Evet, birçok uluslararası anlaşmanın tarafı konumundalar.
Peki, en hayati madde: Tanımlanmış bir bölge?
İşte bütün bu diplomatik tiyatro, bu sorunun cevabında düğümleniyor ve çöküyor.
Bugün "Filistin toprağı" denilen Batı Şeria, yekpare bir coğrafyadan çok, birbiriyle bağlantısı kesilmiş adacıklardan oluşan bir takımadayı andırmaktadır. Oslo Anlaşması uyarınca Filistinlilere devredilmesi gereken ve en verimli tarım arazilerini barındıran C Bölgesi, Batı Şeria'nın %60'ını oluşturmasına rağmen tamamen İsrail'in askeri ve sivil kontrolü altındadır.
İsrail, uluslararası hukuku hiçe sayarak bu bölgeye 700.000'den fazla yasa dışı yerleşimciyi taşımış ve 290 yerleşim yeri kurmuştur.
Haritaya baktığınızda gerçeğin vahameti daha net ortaya çıkar: Filistinlilere ait olduğu söylenen bölgeler, İsrail yerleşimleri, askeri alanlar ve yeni inşaat bölgeleri tarafından kuşatılmış, delik deşik edilmiştir.
Bu fiziki işgal, hayatı imkansız kılan bir apartheid sistemiyle pekiştirilmiştir. İsrail, yerleşimciler için modern otoyollar inşa ederken, Filistinlilerin bu yolları kullanmasını yasaklamaktadır.
Bir Filistin köyünden diğerine geçmek, İsrail kontrol noktalarında saatler süren bir çileye dönüşmektedir.
Bir Filistinli kadının 16 kilometrelik bir mesafeyi 1 saat 34 dakikada kat etmek zorunda kalması, bu sistematik zulmün gündelik hayattaki yansımasıdır.
Toprak bütünlüğü olmayan, vatandaşlarının kendi vatanında serbestçe seyahat edemediği bir yapıya nasıl "devlet" diyebiliriz?
Ekonomik egemenlik ise tam bir hayaldir. İsrail, Filistin yönetimi adına topladığı vergilerin (ki bu, bütçenin %64'ünü oluşturur) üzerine keyfi olarak el koymakta, 150.000 memurun maaşını ödeyemez hale getirerek sürekli bir kriz ortamı yaratmaktadır.
2001'de Yaser Arafat Havalimanı'nın bombalanmasıyla Filistin'in dünya ile doğrudan ticaret yapma imkanı ortadan kaldırılmıştır.
Bugün Filistin ihracatının %80'inden fazlası mecburen İsrail'e yapılmaktadır.
Su kaynakları da İsrail'in kontrolündedir.
Dünya Sağlık Örgütü'nün kişi başı günlük 100 litre su tavsiyesine karşın, bir Filistinli 82 litre suya ulaşabilirken, bir İsrailli yerleşimci 247 litre su tüketmektedir.
İnternet hızları bile bu ayrımı yansıtır: Gazze'de 2G, Batı Şeria'da 3G, İsrail'de ise 5G.
Şimdi tekrar soralım: Tüm bu koşullar altında, Batı'nın "tanıdığı" devlet, neyin devleti olacaktır?
Öyleyse, bu kadar bariz bir imkansızlık varken Batı neden şimdi bu adımı atıyor?
Cevap, dikkatleri başka yöne çekme ve zaman kazanma stratejisinde saklıdır. Birincisi, akıllı telefonlar sayesinde her anı canlı yayınlanan soykırım, Batı kamuoyunda benzeri görülmemiş bir baskı yarattı.
Hükümetler, bu baskıyı "tanıma" gibi içi boş bir jestle yatıştırmaya çalışıyor. İkincisi ve en önemlisi ise, dünya kamuoyu bu diplomatik manevrayla meşgul edilirken, İsrail'in Gazze'deki asıl planını sessizce ve hızla hayata geçirmesine olanak tanımaktır.
Bu asıl plan, basının magazinel bir dille sunduğu "Gazze Rivierası" veya lüks konut projeleri değildir.
Hedef, çok daha büyük ve stratejiktir: Ben Gurion Kanalı.
1956'da Cemal Abdülnasır'ın Süveyş Kanalı'nı millileştirmesi, küresel ticaretin en önemli arterlerinden birini Mısır'ın kontrolüne vermişti.
Bugün dünya ticaretinin yaklaşık %15'i bu kanaldan geçmekte ve Mısır'a yılda 10 milyar dolardan fazla gelir sağlamaktadır.
İsrail, yıllardır bu tekele bir alternatif yaratma hayali kuruyor. Akdeniz'i Kızıldeniz'e bağlayacak olan Ben Gurion Kanalı projesi, hayata geçtiği takdirde İsrail'i küresel ticaretin ve jeopolitiğin merkezine oturtacak, onu vazgeçilmez bir aktör haline getirecektir.
Bu kanalın Akdeniz'e açılacağı en uygun rota ise, ne acı bir tesadüftür ki, bugün yerle bir edilen Gazze'nin kuzeyinden geçmektedir. Bölgenin insansızlaştırılması, bu devasa ekonomik ve stratejik projenin önündeki en büyük engelin kaldırılması anlamına gelmektedir.
Şahit olduğumuz şey bir tanıma süreci değil bir ilhak ve yeniden yapılandırma projesinin diplomatik sis perdesidir.
Batı, bir yandan Filistin devletini 2026'da tanıma sözü verirken diğer yandan o devleti kuracak toprağın ve halkın bugünden yok edilmesine zemin hazırlamaktadır.
Size soruyorum: Dünya, aktörlerin 2026'da kurulacak bir devleti alkışladığı bu tiyatroyu izlerken bugün bir kanal için zemini temizleyen buldozerleri kim izliyor?
Ve perde indiğinde, geriye tanınacak ne kalmış olacak?