Kahramanmaraş’ın Sessiz Entropisi

Her şehrin bir sureti, bir de ruhu vardır. Suret, binalar, caddeler ve meydanlarla çizilir; betonla, çelikle şekillenir. Ruh ise o suretin içinde dolaşan, onu anlamlı kılan görünmez bir özdür.

Abone Ol

Her şehrin bir sureti, bir de ruhu vardır. Suret, binalar, caddeler ve meydanlarla çizilir; betonla, çelikle şekillenir. Ruh ise o suretin içinde dolaşan, onu anlamlı kılan görünmez bir özdür. Tarihten, inançtan, ortak acı ve sevinçlerden damıtılmış, nesiller boyu aktarılan bir yaşam felsefesidir.

Kahramanmaraş…

Adı bile bir destanın özeti olan bu kadim şehir, bugünlerde ruhu ile sureti arasında tehlikeli bir yabancılaşma yaşıyor. Sokaklarında, tarihin fısıltılarını bastıran bir gürültü, bir tragedya hakim. Ve bu gürültünün ortasında, aklıselim sahibi her bireyin zihninde aynı sancılı soru yankılanıyor... "Kahramanmaraş ile ne alıp veremedikleri var ki, makama gelen şehirle ve şehrin insanıyla kavga eder hale geliyor?" Bu soru, basit bir sitemin çok ötesinde, kentsel bir patolojinin semptomudur. Bir gazeteci, veri analisti ve bu şehrin bir evladı olarak bu durumu incelediğimde, karşıma çıkan tabloyu bir "sosyal entropi" olarak adlandırıyorum. Fizikte entropi, bir sistemdeki düzensizliğin ve öngörülemezliğin ölçüsüdür. Sistem kendi haline bırakıldığında bu düzensizlik artar. Kahramanmaraş’ın sosyal ve idari yapısı da ne yazık ki benzer bir yasa ile işliyor gibi görünüyor. Düzen, nizam ve liyakatle müdahale edilmediğinde, sistem kaçınılmaz olarak kaosa, verimsizliğe ve çürümeye doğru evriliyor. Bu çürümenin adı ise liyakatsizliktir. Bir kenti yönetmeye, milletin vekili olmaya talip olmak, sadece imar planlarını veya bütçe kalemlerini bilmek değildir. Bu, her şeyden önce o kentin genetik kodlarını, kültürel DNA'sını çözmeyi gerektirir.

Kahramanmaraş'ın DNA'sında ne var?

Sütçü İmam'ın ilk kurşununda somutlaşan sivil direniş var. Dışarıdan bir ordu beklemeden, kendi çetelerini kurup, kendi göbeğini kesen bir milletin özgüveni var. "Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzar olmaz" şiarında saklı olan, toprağa ve kimliğe duyulan sarsılmaz bir aidiyet var. Bu şehir, komşusu açken tok yatmayı ar sayan bir ahilik geleneğinden, sözün senet olduğu bir esnaf ahlakından, en zor zamanda bile kenetlenebilen bir imece ruhundan beslenir. Bu değerler, şehrin görünmez anayasasıdır. İşte bu anayasayı okuyamayan, insanının gönül coğrafyasında bir yeri olmayan, onun hassasiyetlerini bir zayıflık, geleneklerini bir ayak bağı olarak gören bir siyasetçi, bu şehre yabancıdır. Yabancı olduğu için de attığı her adım, söylediği her söz, yaptığı her atama, şehrin ruhuyla bir uyumsuzluk, bir çatışma yaratır. Bu çatışmanın gürültüsü, şehrin o verimli sükunetini, o üretken dinginliğini boğar. Gelelim meselenin kalbine, kanayan yaranın merkezine... "Cemaatler ve cemiyetler kavgasında kaybeden hep Kahramanmaraş oluyor. Liyakat değil de 'bizim adam' anlayışı şehri bir adım ileri taşımıyor." Bu tespit, yaşanan trajedinin en net özetidir. Şehir, adeta farklı grupların, hiziplerin bir güç gösterisi yaptığı bir arenaya dönüşmüş durumda.

Kamusal makamlar, hizmet üretme ve şehri ileri taşıma araçları olmaktan çıkıp, belirli bir gruba mensubiyetin tescillendiği, sadakatin liyakate tercih edildiği birer ganimet gibi görülüyor. Bir analist olarak bu durumu "negatif seçilim" olarak tanımlıyorum. Normalde bir sistem, en yetenekli, en bilgili ve en uygun olanı seçerek kendini geliştirir. Ancak Kahramanmaraş'taki bu marazi yapıda, sistem tam tersi bir mekanizma ile işliyor. En iyi olan değil, "bizden" olan; en yetkin olan değil, en sadık olan; en vizyoner olan değil, en itaatkâr olan tercih ediliyor. Bu durumun en trajikomik tezahürü ise şu; İşe göre insan değil de insana göre iş aranıyor olması. Bir pozisyonun gerektirdiği yetkinlikler, bilgi birikimi, tecrübe ve vizyon yok sayılarak atanacak kişinin "vasıflarına" uygun yeni görev tanımları icat ediliyor. İcat ediliyor! Danışmanın danışmanı gibi...

Bunun somut sonuçları nelerdir?

Verilere dökelim: -Kurumsal Hafıza Kaybı: Stratejik makamlara sürekli olarak o işin ehli olmayan kişilerin getirilmesi, kurumların hafızasını sıfırlar. Her yeni yönetici, kendinden önceki birikimi yok sayarak, adeta tekerleği yeniden icat etmeye çalışır. Bu, zaman, enerji ve kaynak israfının en saf halidir.

-Beyin Göçü ve İç Küskünlük: Kurumlar içinde yıllarını vermiş, işin ehli olan liyakatli insanlar, hak ettikleri pozisyonlara "birilerinin adamı" olmadıkları için gelemediklerinde, iki seçenekle karşı karşıya kalırlar: Ya şehri ve kurumu terk ederler (beyin göçü) ya da içlerine kapanıp küskün bir şekilde, potansiyellerinin çok altında bir verimle çalışmaya devam ederler (iç sürgün). Her iki sonuç da Kahramanmaraş için net bir kayıptır.

-Verimsizlik Sarmalı: Liyakatsiz yöneticinin etrafına topladığı ekip de genellikle kendisi gibi liyakatsiz olur. Çünkü liyakatli bir ast, liyakatsiz bir amir için her zaman bir tehdittir. Bu durum, kurumun tamamına yayılan bir verimsizlik ve yetersizlik sarmalı yaratır. Başarısızlıklar normalleşir, başarı ise tesadüfi hale gelir.

-Toplumsal Güven Erozyonu: Vatandaş, kamusal hizmetlerde adaletsizliği, keyfiliği ve beceriksizliği gördükçe devlete ve kurumlara olan güvenini yitirir. Adaletin, hakkaniyetin sadece belirli gruplar için işlediğine dair inanç pekişir. Bu, bir toplumu bir arada tutan en temel bağ olan sosyal sermayeyi tüketir.

Peki, bu kentsel entropi, bu sessiz çığlık nasıl son bulacak?

Çözüm, gökyüzünden bir kurtarıcı beklemek değil, bizzat şehrin kendi dinamiklerinde saklıdır.

Çözümün formülü açık ve nettir!

Hak ve hukuk çerçevesinde nizam sağlamak.

Bu, soyut bir temenniden ibaret değildir.

Somut adımları vardır:

-Şeffaf ve Liyakat Esaslı Atama Kriterleri: Kamudaki her pozisyon için, siyasi veya sosyal aidiyetten bağımsız, ölçülebilir ve şeffaf kriterler belirlenmelidir. Mülakatlar ve atamalar, bu kriterlere dayalı olarak, denetlenebilir bir şekilde yapılmalıdır.

-Performansa Dayalı Yönetim: Atanan her yöneticinin performansı, belirli aralıklarla somut verilerle ölçülmelidir. Şehre ne kattığı, hangi projeleri ne kadar sürede ve ne kadar verimle hayata geçirdiği, yönettiği kurumun memnuniyet oranları gibi nesnel göstergeler esas alınmalıdır. Başarısızlık, "kol kırılır yen içinde kalır" anlayışıyla örtbas edilmemeli, hesap verebilirlik mekanizması işletilmelidir.

-Kent Konseyi ve Sivil Toplumun Güçlendirilmesi: Şehrin geleceğini ilgilendiren kararlar, kapalı kapılar ardında, dar bir zümrenin çıkarlarına göre değil, şehrin tüm paydaşlarının –üniversitelerin, meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının, kanaat önderlerinin– aktif katılımıyla alınmalıdır. Güçlü ve bağımsız bir sivil toplum, yönetim üzerinde en etkili denge ve denetleme mekanizmasıdır.

-"Bizim Adam" Yerine "Kahramanmaraş'ın Adamı" Anlayışı: Bu şehrin potansiyelini açığa çıkaracak olan ruh, hizipçiliği ve gruplaşmayı aşan bir üst kimlik olan "Kahramanmaraşlılık" bilincidir. Öncelik, falan cemaatin ya da filan cemiyetin çıkarı değil, doğrudan Kahramanmaraş'ın menfaati olmalıdır.

Unutmayalım ki, bir şehri ayağa kaldıran beton yığınları değil, o şehrin insanıdır. O insanın ruhunu anlamayan, aklına ve yeteneğine saygı duymayan, adalet duygusunu rencide eden her anlayış, bu şehrin geleceğine ipotek koymaktadır.

Kahramanmaraş'ın kahramanlığı, sadece düşmana karşı değil, aynı zamanda kendi içindeki bu marazi yapılara karşı da bir duruş sergilemesini gerektirir.

O sessiz çığlığı, kolektif bir uyanışın ve yeniden dirilişin sesine dönüştürmek, bu şehrin aydınlarının, vicdan sahibi yöneticilerinin ve her bir ferdinin boynunun borcudur.

Sizce de artık bu anlamsız çekişmelerden vazgeçip, Kahramanmaraş’ın potansiyelini layıkıyla kullanma zamanı gelmedi mi?

"Geldi de geçiriyor!" dediğinizi duyar gibiyim...

Yıllardır, "Kahramanmaraş en iyisini hak ediyor" diyen siyasetçilerin yüzlerine gerçeği haykırma vaktidir.

Değer üretmeyen, katma değer kazandırmayan ve en önemlisi oturduğu makamın hakkını vermeyenleri bu şehirde istemiyoruz.

Nasıl ki bazı şehirler en iyi idari amirleri şehirlerine istiyorsa bizde en iyilerini ayağa kalkmaya çalışan Kahramanmaraş’ta görmek istiyoruz.

Sağlık müdüründen başlayıp, tarımla devam edelim. Oradan ormana oradan da sanayiye el atalım. Ya işlerini yapsınlar ya da geldikleri gibi (Fransızlar) gitsinler...

Bu şehirde, bu şehir için çalışmayan idari amirlere yer olmasın... Bizim şehre Fransız kalanlara ihtiyacımız yok.