Bugünün çalkantıları içinde bocalayan kolektif hafızamızın sığındığı o görkemli limanın adı asırlardır değişmedi: Kanuni Sultan Süleyman devri. Ne zaman adalet, itibar, nizam ve kudret üzerine bir kelam edilse, zihinler adeta bir Pavlovyan refleksle o "Muhteşem Yüzyıl"a, o kusursuz addedilen "Altın Çağ"a seyahat eder.
Bu nostaljiyi, basit bir "ah, nerede o eski günler" serzenişi olarak görüp geçmek, entelektüel bir tembellik olur. Zira bu özlem, temelsiz bir efsaneye değil tarihsel bir gerçekliğin üzerine inşa edilmiştir.Viyana kapılarına dayanmış bir cihan hakimiyeti, ağzına kadar dolu bir hazine, Sinan’ın taşla yazdığı ölümsüz şiir ve en mühimi, imparatorluğun en ücra köşesindeki bir reayanın dahi, hakkını bizzat padişahın divanında arayabileceğine dair sarsılmaz inanç... (Reaya: Tanzimat’tan önce, Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman olmayan uyrukları.)Tüm bunlar, o dönemi bir referans noktası, bir nizam zirvesi olarak kodlamamızı haklı kılan somut dayanaklardır.
Fakat tam da bu parlak tablonun ortasında, modern aklın ve cumhuriyet idealinin cevaplaması gereken o can alıcı, o rahatsız edici soru belirir: Eğer Kanuni devri, her bakımdan böyle bir mükemmelliği temsil ediyorsa, ondan sonra gelen nesiller ve nihayetinde bu devleti kuran irade, neden o "mükemmel" modeli devam ettirmek yerine radikal bir kopuşla bambaşka bir idealin, yani "egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu" bir sistemin peşine düşmüştür?
Bu, parlak bir maziye nankörlük müydü, yoksa o parlaklığın kalbindeki trajik bir kusurun idraki mi?
Bu sorunun cevabı, devlet felsefesinin iki temel arketipi arasındaki derin yarılmada saklıdır: Nizam Devleti ile Hukuk Devleti arasındaki ontolojik tercihte.Kanuni dönemi, şüphe yok ki bir "Nizam Devleti" modelinin yeryüzündeki en rafine, en başarılı tatbiklerinden biridir.Bu modelin merkezinde, ilahi bir meşruiyetle donatılmış, adil ve kudretli hükümdarın şahsı vardır.Adalet, onun vicdanının bir yansıması; kanun, onun iradesinin bir tezahürü; nizam ise onun kudretinin bir sonucudur.Sistem, piramidin en tepesindeki o tekil aktörün liyakatine, dehasına ve ahlakına endekslidir.
Eğer tahtta Süleyman gibi bir bilge kral oturuyorsa, bu mekanizma bir adalet ve refah makinesine dönüşür. Güç, imar için; zenginlik, halkın huzuru için kullanılır. Bu, tebaa için öngörülebilir, güvenli ve neredeyse pastoral bir yaşam sunar.Ne var ki bu görkemli yapının tam merkezinde, onu hem bu denli güçlü hem de bu denli kırılgan kılan bir "tasarım hatası" mevcuttur: Kişiye endeksli olması.Sistemin tüm ağırlığı, tek bir sütunun, yani hükümdarın omuzlarındadır.O sütun, Kanuni gibi sağlam ve görkemli olduğunda yapı arşa yükselir.
Fakat tarih, o sütunun zamanla nasıl yorulabildiğini, çatlayabildiğini ve hatta çürüyebildiğini acı tecrübelerle göstermiştir.Aynı mutlak güç, liyakatsiz veya zalim bir padişahın elinde, aynı devlet mekanizmasını bir anda bir zulüm ve çöküş aygıtına dönüştürebilmiştir.İşte modern cumhuriyet fikrinin ve "Hukuk Devleti" idealinin doğuşu, tam da bu ölümcül riski bertaraf etme arayışının bir ürünüdür.Hukuk devletinin vaadi, bir Altın Çağ yaratmaktan çok daha mütevazı, ancak sonsuz derecede daha güvenilirdir.O bize her daim muhteşem zaferler veya dahi liderler vadetmez.
Onun yegâne ve en kıymetli vaadi şudur: Devletin zirvesinde kim oturursa otursun ister parlak bir zekâ, ister vasat bir yönetici, ister iyi niyetli bir idealist, ister art niyetli bir komplocu kendisinin de üzerinde, keyfine göre eğip bükemeyeceği kurallar, kurumlar ve ilkeler bütünü olacaktır.
Bu modelde adalet, bir hükümdarın lütfettiği bir hediye değil her vatandaşın doğuştan sahip olduğu anayasal bir haktır.Kudret, bir kişinin karizmasında değil sınırları kanunla çizilmiş, denetlenebilir makamlarda tecelli eder.
Amaç, adil bir sultanın gölgesinde huzur içinde yaşamak değil her vatandaşın kendi ayakları üzerinde durabildiği, hak ve özgürlüklerinin kişilerin insafına terk edilmediği adil bir zemin inşa etmektir.Bu, kazanma ihtimali yüksek de olsa tek bir ata oynamak yerine, tüm serveti koruyan bir sigorta poliçesi yaptırmaya benzer.Öyleyse bugün, yaşadığımız çalkantıların ortasında Kanuni devrine duyulan özlem, aslında neyin arayışıdır?Elbette kimse 16. yüzyılın yaşam koşullarına veya bir padişahın tebaası olmaya hasret duymuyor. Bu nostalji, o dönemin sembolize ettiği sonuçlara duyulan bir hasrettir: Düzene, istikrara, adalete, itibara ve refaha.
Fakat hastalığın teşhisini doğru koyup, tedavi olarak yine hastalığın riskini barındıran bir yöntemi önermek, tarihsel bir yanılgıdır. Mesele geçmişin başarılarını reddetmek değil o başarılara ve ideallere, artık sürdürülebilirliği kalmamış kişiye endeksli yöntemlerle değil çağın aklı ve vicdanıyla, yani hukuk devletinin kurumsal güvenceleriyle ulaşmaktır.Bugün kamuoyunu meşgul eden o devasa "çete operasyonları," "borsa" adı konulmuş karanlık yapılar ve "Terörsüz Türkiye" hedefi gibi tartışmalar, tam da bu felsefi kavşağa işaret ediyor.Konuşulan yeni anayasa, bu kaotik manzarayı kalıcı bir düzene kavuşturacak bir "toplumsal sözleşme" olabilir mi?
Tıpkı Avrupa'yı kasıp kavuran din savaşlarını bitiren Westfalya Barışı gibi, Türkiye'nin de kendi iç kavgasını bitirip enerjisini geleceğe yönelteceği bir milat mı yaklaşıyor?Kanuni'nin kudretine ve adaletine ulaşmanın yolu, tek bir kişinin gücünden değil kanunların ve kuralların herkes için istisnasız işlediği bir sistemden geçerBu süreci istemeyenler, ülkeyi belirsizlik girdabında tutarak kişisel iktidar alanlarını korumaya çalışanlar elbette olacaktır. Bu noktada halkın zihnindeki o iki can alıcı soru, bir turnusol kağıdı işlevi görüyor:Yaşananlar, devletin kendi içindeki kiri pası temizlediği bir "temiz eller operasyonu" mu?Yoksa bu, farklı güç odaklarının birbiriyle rekabet ettiği, kazananın her şeyi alacağı bir "iç hesaplaşma" mı?
Bu sorulara verilecek cevap, yalnızca bugünün kazananını değil, Türkiye'nin yarınki yönetim felsefesini de belirleyecektir.
Eğer cevap birincisiyse, Hukuk Devleti idealine doğru sancılı ama umut verici bir adım atılıyor demektir.Eğer ikincisiyse, sadece tahttaki isimlerin değiştiği, ancak kişiye endeksli "Nizam Devleti" zihniyetinin devam ettiği bir döngüye mahkum kalırız.Biz gazetecilerin görevi, bu kritik yol ayrımında milletin tarafında durmaktır.Milletin tarafı ise, kişilerin veya grupların değil, hukukun üstünlüğünün tarafıdır.Modern bir toplumun nihai hedefi, kendisini kurtaracak bir Kanuni beklemek olmamalıdır. Hedef, Kanuni gibi bir kurtarıcıya dahi ihtiyaç duyulmayacak kadar sağlam, adil ve kurumsal bir yapı inşa etmektir.
Zira gerçek "Altın Çağ," 21. yüzyılda hukukun güvencesiyle kurulur.
Bu sancılı süreci yaşarken iyi niyetlerimizle; bu yapılan operasyonlar sonrası, adil bir düzen için yapılacak yeni anayasa tüm hakları koruyan bir adil sistem ortamı oluştursun…
Eğer bu sancılar, Kanuni’nin adaleti kadar güçlü ve dirayetli bir anayasa doğuracaksa işte o zaman Türkiye, “Dünya 5’ten büyüktür.” sözünü kanıtlayacak güce sahip olacaktır.