Gerçeküstücülük akımının en önemli temsilcilerinden sayılır. Düş ürünü temaları işlediği resimleri, komedi, korku, tuhaflık ya da ilginçlik kavramlarının bir karışımıdır. Sanatsal resimlerinin yanında yaşamının bir döneminde reklam çizimleri de yapmıştır.
Magritte, Hainaut bölgesindeki Lessines şehrinde, 1898'de, terzi Lèopold Magritte ve kadın şapkacısı Adeline Magritte'in en küçük çocukları olarak dünyaya geldi. 1910 yılında çizim dersleri almaya başladı. 1912 yılında annesi Sambre Nehri'ne atlayarak intihar etti. Magritte, annesinin sudan çıkartılışına şahit oldu. Annesinin cesedinin suyun üzerinde yüzüşünün, elbisesinin kafasını örtmesinin, ressamın 1927-1928 yıllarında çizdiği Les Amants serisine ilham kaynağı olduğu söylendi. Fakat Magritte bu açıklamadan hiç hoşlanmadı. 1918'e kadar iki sene boyunca Brüksel'deki Académie Royale des Beaux-Arts'a devam etti. 1922 yılında, 1913'te tanıştığı Georgette Berger ile evlendi.
Magritte, Brüksel'deki Galerie la Centaure ile tam zamanlı olarak çizim yapmasına olanak sağlayan bir anlaşma imzaladığı 1926 yılına kadar, önce bir duvar kağıdı fabrikasında çalıştı. Daha sonra da afiş ve reklam tasarımcılığı yaptı. 1926'da ilk gerçeküstücü resmi olan Kayıp Jokey (Le Jockey Perdu)i çizdi. 1927'de ise ilk sergisini Brüksel'de açtı. Bu sergisi hakkında aldığı eleştirileri kaldıramayan Magritte, başarısızlığın getirdiği depresyon sebebiyle Paris'e taşındı. Paris'te André Breton ile arkadaş oldu ve gerçeküstücülerin arasına girdi.
Kariyerinin ilk zamanlarında, sürrealistlerin hamisi olan Edward James, ressamı evinde kira ödemeden kalması ve resim yapması için destekledi. James, sanatçının iki resminde görülebilir: The Pleasure Principle ve La Reproduction Interdite.
II. Dünya Savaşı'nda Almanya Belçika'yı istila ettiği sırada Brüksel'de kalan Magritte ile Breton arasında bir kopukluk yaşandı. İlk dönem resimlerinde görülebilen vahşet ve karamsarlığı bu dönemde terk eden ressam, daha sonraları bu temalara geri dönecekti.
Amerika Birleşik Devletleri'nde resimleri ilk olarak New York'ta 1936 yılında sergilendi. Aynı şehirde daha sonraki yıllarda, 1965'te Modern Sanat Müzesi'nde, 1992'de ise Metropolitan Museum of Art'ta iki sergisi oldu.
Magritte, 15 Ağustos 1967'de pankreas kanserinden vefat etti ve Brüksel'deki Schaarbeek Mezarlığı'na gömüldü. Magritte'in çalışmalarına olan ilgi 1960'larda arttı ve resimleri pop, minimalist ve kavramsal sanata ilham kaynağı oldu. Ressam, 2005'te oluşturulan En Büyük Belçikalılar (De Grootste Belg) listesinin Valonya versiyonuna dokuzuncu, Flaman Bölgesi versiyonunda ise on sekizinci sıradan girdi.
Felsefi ve Sanatsal Yaklaşımı
Magritte resim konusunda kusursuz bir uzmandı. Çalışmalarını çoğunlukla bilinen şeylere yeni manalara kazandırmaya ve sıradan nesneleri alışılmadık bir içerikle göstermeye dayandırdı. İmgelerin İhaneti (La trahison des Images) isimli çalışması, objelerin göründüklerinin dışındaki anlatımsal kullanımına örnek oluşturdu. Bu resimde tütün dükkânı reklamının modeli gibi görünen bir pipo çizen Magritte, söz konusu piponun hemen altına "Bu bir pipo değildir" (Ceci n'est pas une pipe) yazdı. Bu cümle ilk başta bir çelişki gibi görünse de esasında doğrudur; resim bir pipo değil, piponun bir görüntüsüdür. (Fransız filozof ve eleştirmen Michel Foucault, kitabı Bu bir pipo değildir'de bu resmi ve onun yarattığı paradoksu anlatır.)
Sanatçı aynı yaklaşımı bir elma resminde de kullandı. Meyveyi son derece gerçekçi çizdikten sonra onun bir elma olduğunu reddetti. "Bu bir ... değildir" çalışmalarında Magritte'in göstermeye çalıştığı gerçekçi sanata ne kadar yaklaşılırsa yaklaşılsın, öğenin kendisine yaklaşılamayacağıdır - Biz, bir pipo resmiyle tütün içemeyiz.
Magritte'in sanatı, Joan Miró gibi çalışmalarında daha otomatik bir tarz belirlemiş sanatçılarla karşılaştırıldığında, gerçeküstücülüğün anlatımsal tarafında kalır. Gerçekdışı öğelere ek olarak, çalışmaları çoğu zaman nükteli ve eğlendiricidir. Ressam ayrıca bazı meşhur resimlerin gerçeküstü versiyonlarını da çizmiştir.
Sanatçı eserlerini şöyle anlattı: "Benim resimlerim hiçbir şey anlatmayan görsel imgelerdir. Akla gizemi getirirler. Doğrusunu isterseniz, benim resimlerimi gören biri kendi kendine şu basit soruyu sorar: 'Bunun manası ne?' O resmin bir manası yoktur. Çünkü zaten gizem de aslında hiçbir şeydir, bilinmeyendir."
Popüler Kültürde
1960'larda Magritte'in çalışmalarına olan ilgi büyük boyutlara ulaştı. Eserlerinin halk tarafından tanınmasının önemli sebeplerinden biri de, resimlerin rock albümü kapaklarında yer alan reprodüksiyonları oldu. Bu kapakların ilk örnekleri arasında 1969 yılı çıkışlı Jeff Beck Group albümü Beck-Ola (The Listening Room isimli eseri kullanıldı) ve ressamın L'Empire des Lumieres isimli çalışmasının kullanıldığı Jackson Browne'ın 1974 yılı çıkışlı albümü Late for the Sky sayılabilir.[5] Britanyalı folk-rock grubu Lindisfarne'dan Alan Hull, 1973 ve 1979'da çıkardığı iki solo albümünün kapağı olarak ressamın resimlerini kullandı. 1977'de yayınlanan Styx albümü The Grand Illusionın kapağında Carte Blanche görülebilirken, Gary Numan'ın 1979 tarihli albümü The Pleasure Principleda ve John Foxx'un 2001 yılı albümü The Pleasures of Electricityde Le Principe du Plaisir kullanıldı.
Paul Simon, 1983 yılında çıkan albümü Hearts and Bonesda "Rene And Georgette Magritte With Their Dog After The War" isimli bir şarkıya yer verdi. Büyük bir Magritte hayranı olan Paul McCartney, ressamın pek çok resmine sahiptir. Ayrıca sanatçı kurdukları Apple firmasının ismini verirken de Magritte'ten etkilendiğini açıkladı. Ressam, John Cale'in 2003 yılında çıkarttığı albüm HoboSapiens'te de bir şarkının ismi ve konusudur.
Pek çok filmde de Magritte'ten esinlenilmiş imgelere rastlanabilir. Örneğin bir adamın yüzünün elmayla kapatıldığı Adamın Oğlu isimli çalışması 1992 yapımı Toys (Oyuncaklar), 1999 yapımı The Thomas Crown Affair ve 2004 yapımı Ryan isimli filmlerde alıntılandı. 2004 yılında vizyona giren I Heart Huckabeesde Dustin Hoffman'ın canlandırdığı Bernard Jaffe karakteri Magritte'ten esinlenilmişti. Ayrıca Ellen Burstyn imzalı 1998 yapımı The Fear of God: 25 Years of "The Exorcist" isimli belgeselde The Exorcist filminin afişinin Magritte'in L'Empire des Lumieres isimli eseri ilham alınarak yaratıldığı öne sürüldü.
İspanya'da ödüllü çocuk programı El Planeta Imaginario (1983-1986), "M, el extraño viajero" (M, Tuhaf Yolcu) ve "La Quimera" (Ejdarha) isimli iki bölümünü ressama adadı.
Bu Bir Pipo Değildir!
Magritte ve Faucault bu iki insanı bir araya getiren şey ise, bir pipoyu model alan tablo ve bu tablonun hemen altına iliştirilmiş olan "Bu bir pipo değildir" cümlesi. İşte Foucault, söz konusu tablo için küçük çaplı da olsa bir kitap yazmış.* Fakat küçük hacmine rağmen kitap, içinde birçok önemli sorunu işlemekte; modern resimden, dilbilime, görüntü ile gösterge arasındaki ilişkilere kadar pek çok alana değmektedir.
Rene Magritte’nin “Bu Bir Pipo Değildir” adlı yapıtı, görünen nesnenin o olmadığını ifade edecek bir cümledir ve dil-imge-sözcük arasındaki ilişkiler ile resimler yapmıştır. “Pipo dediğimiz nesnenin varlığını, kafamızdaki pipo kavramı belirler. Kuşkusuz ‘pipo’ sözcüğü bir İngiliz ya da Fransız için yeterli olabilir. Ama bir İtalyan, bir Kızılderili ya da Çinli için bunun aynı anlamı taşıması gerekmez. Resmi gören bazı kimseler pipoyu hemen tanıyacaklardır; ama sözcükleri çözemeyeceklerdir” (Lynton, 2004, s.181).
Nesneler hakkında edinilen bilgi veya düşünce, bilinen nesnelerin bizim için nasıl bir şey ifade ettiği ve ne çağrışımlar yaptığı ile ilgilidir. “Resimsel imgeler aracılığıyla, nesneleri ve nesnelerin bir araya gelişini, bize ait herhangi bir düşünce ya da duygudan bağımsız olarak tarif etmeye çalışıyorum” (Antmen, 2010, s. 141).
Magritte’in resimlerinde, dil-imge-sözcük gibi kavramları, insan ile ilişkisinden değerlendirdiğini varsayabiliriz. Soyut dışavurumcu, çalışmalarında çeşitli nesneleri konu edinen Amerikalı sanatçı Robert Rauschenberg, sanat ve hayat arasındaki gündelik nesneleri bir arada kullanarak çalışmalar üretmiştir. Hayvan içlerini doldurup ve gündelik buluntu nesneleri herhangi bir değişikliğe uğratmadan, dışavurumcu bir sanat üslubuna yakın kullandığı nesnelerin üzerine, boya serpiştirerek çalışmalar üretmiştir.
“Sanat yapıtı, yapılan bir şeydir kuşkusuz; ama o, bir alegori, kinaye ve simge olarak, salt şeysi karakterinin yanı sıra, kendisinden başka bir şey daha açıklar, anlatır, gösterir. Kinaye ve simge kavramsal bir çerçeve oluşturur” (Yılmaz, 2013 s. 282).
Foucault'un bu resme olan ilgisinin görsel değil, daha çok sözel bir sebebi vardır. Çünkü Magritte, eğer yapmış olduğu pipo deseninin, altına "Bu bir pipo değildir" cümlesini koymasaydı, Foucault da bu konuyla ilgilenmeyecekti. Peki, basbayağı bir piponun resmi olduğu hâlde tablodaki niçin bir pipo değildir? Bu sorunun cevabı her ne kadar resmin içinden bir cevap bekliyor gibi görünüyorsa da, temelde bir dil felsefesi sorunu vardır. Sözcükler, temsil ettikleri şeye bir gönderimde bulunur mu? Başka bir deyişle, şey/nesne ile onu işaret eden sözcük arasında herhangi bir görsel, işitsel vb. bir ilişki var mıdır? Saussure'cü dilbilim anlayışı böyle bir ilişkinin/gönderimin olmadığını ileri sürer. Foucault'nun da Magritte'in tablosuna ilgisi tam da bu noktada başlar. Çünkü o da "Kelimeler ve Şeyler"de aynı şeyi söylemekte ve "gördüğümüz söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir." demektedir.
Magritte'in de ilk anda piponun deseni ile kendisi arasında bir uçurumun olduğunu öne süren "Bu bir pipo değildir" önermesi, ancak piponun bir hayalinden/tasarımından söz edebileceğimizi söyler Foucault'ya göre. Bu tabloda bir tek hakikat vardır o da desendir, ama o desen için asla "Bu bir pipodur" diyemeyiz. Foucault'ya göre, Magritte'in tablosu çözülmüş bir kaligram (yani konusunu görüntüleyecek şekilde düzenlenmiş şiir. Örneğin gemicileri anlatan bir şiirin, dizelerinin bir gemi resmine benzemesi gibi.) özelliği gösterir. Çünkü "kaligram hiçbir zaman aynı anda diyemez ve canlandıramaz." Aslında bir metin gibi okuyabileceğimiz bu tablo -ki Magritte de böyle olmasını isterdi- ne önüne model aldığı pipoyu canlandırır, ne de o cümle oradaki şeyin bir pipo olmadığını söyler. Her iki gösterge sistemi de göstermek istedikleri şey olmadığına, onun özünü taşımadığına göre bu tablonun da, cümlenin de bize "gördüğümüz" şeyleri söylemediği kesindir.
Foucault, resim için iki kavram ortaya atar: Bunlardan birisi 'benzeyiş', diğeri ise 'andırış'tır. Benzeyiş önüne model aldığı şeyi canlandırmak ister. Yani önündeki şey olmak ister. Ancak andırışta ise resim önündeki/modeli olmamak için direnir. İşte söz konusu tablonun da olmak istediği budur. O, bir resim olarak özgür, hiçbir şeye gönderim yapmayan, hiçbir şeye -modeline bile- benzemeyen bir şey olmak için çırpınmaktadır.
"Bu bir pipo değildir!" cümlesi, tablo için seyirciye (okuyucu da diyebiliriz!) bir uyarı cümlesi değil, tablonun adıdır. Nasıl olumlu anlamda tablonun altına "Buğday Tarlasında Kadınlar" yazıyorsak, "Bir pipo" da yazabilirdik. Fakat Magritte'in adlarla kurduğu karşıt ilişki biçimi burada bambaşka düşünsel bir dünya oluşturmuştur. Yani, bu bir pipo değil, bu bir pipoyu "andıran" resim dersek o zaman elbette "Bu bir pipo değildir" önermesi doğrulanır. Burada bildiğimiz, daha önceden hakkında bilgi sahibi olduğumuz bir nesne olduğu için pipo sözcüğünü kullanıyoruz. Onu hiç tanımıyor olsaydık elbette Magritte daha mutlu olacaktı. Çünkü o, ısrarla bir şeylere değil de resmi kendine doğru çevirmemizi ister bizden. Ayrıca o, tablosunu yalnızca bir görüntü olarak görmemizi istemezdi, çünkü Magritte de görüntülerin değil, göstergelerin önemli olduğunu çok iyi biliyordu.
Resim insanlığın ilk çağlarında bir yazma/anlatma biçimiydi. Belki figürlerden harflere geçilirken ve geçildiği ilk dönemlerde harfler, sözcükler, şeylerine/nesnelerine işaret ediyordu. Ancak bugün gelinen noktada şeyin kendisini içine almadığı gibi, bazen şey'den de çok uzaklaşmış olabiliyor. Hâl böyle olunca da çizgi'lerin gösterdiklerinin, gösterildiğini sandığımız şey olduğundan bahsedemeyiz.
Elbette, Magritte'in piposu, pipo değildir; yere düştüğünde kırılan lületaşı değildir çünkü. Hem karşınızdaki şeyle tütün de içemezsiniz!
Oradaki Pipo Nedir?
Michel Foucault’nun “Bu bir pipo değildir” adlı eserini okurken anlatım nesnelerinin neliği konusunda bazı noktalar aklıma takıldı. Kitaptan örnekle bir pipo resminin pipo ile olan ilişkisinin düzeyini düşündüm ve bu konu üzerine bir şeyler yazmak istedim. Bu noktalardan birisi doğrudan Platon’u anımsamış olmam, bir diğeri ise Wittgenstein’ın iki dönemine de ait bazı fikirlerin bu tabloda sunulabileceğini düşünmemdir.
Yazının bir sonuca ulaşması kaygısında değilim. Bu sebeple de yazarken çelişkili olabilecek noktalardan kaçınmaya çalışacağım. Çünkü hem sonuç olmadan bir de çelişki içerisinde olması oldukça sıkıcı olabilir.
Konu üzerinde düşünürken, yazının asıl kısmında değinmemiş olsam da, “kuantum fiziğinin felsefe içerisindeki yeri, ya da felsefede yeri olabilir mi?”yi de düşümdüm. Temele aldığı “belirsizlik” kavramı ile aslında yeni ve geniş bir pencere sunuyor bize. Düzen ve düzensizlik içiçe. Gözleyen ve gözlenen içiçe. Antik Yunan’dan beri gördüğümüz pek çok kavram kuantum teoremlerinde yeniden yorumlanmışa benzemektedir.
Şöyle bir örnek verebiliriz; Bir foton parçacığı yada bir elektron bir an için x mekanında iken ardışık anlık dilimde başka bir mekana geçiş yapmış olabilir. Popüler bir kelime ile “ışınlanmış” olabilir de diyebiliriz. Bir elektronun bu anlık yer değiştirişi, içinde bulunduğu maddenin de değişmesi demektir. Sol el parmaklarınızdan birinin bir anda yok olasını düşünün. Artık fiziksel olarak aynı olamazsınız.
Bunu alıp da dil içerisinde işlediğimizde, ilk bakışta, mecaz anlamlılık ile eşleşebilir gibi geliyor. Belki başka imkanlarda vardır ama mecaz anlamlılık bile bir paralellik olarak yeterince etkileyici. “Gül” kelimesini ard arda kurulan iki cümlede ilkin isim olarak -Bu kırmızı bir güldür-, ikinci cümlede ise bir fiil olarak -Bu durumlarda gülmek hoş değildir- kullanılması tamamen başka sonuçlar doğurur. Kullanılan harfler ve kelimenin tamamı aynı sentaksa sahip olsa da, aynı yer değiştiren bir elektron gibi, artık başka başka yapılardır.
İşte bu durum Wittgenstein’da nesnel dünyanın tasarımları olarak karşımıza çıkar. Her tasarım başka bir içerik ve işarete(yönelime) dairdir.
Şimdi gerçeküstücü ressam Rene Magritte’in “Bu bir pipo değildir” yazılı tablosuna baktığımız zaman, orada iki farklı anlatımla karşılaşırız. İlki bir pipo resmi ile bize verilen veri, diğeri ise bunun aslında bir pipo olmadığını söyleyen bir yargı cümlesi… Tablo içerisinde, pipoyu referans alan şekil ve tablonun sadece bu pipo şeklini içermediği gösteren şeklin altındaki cümle oldukça farklı anlatımları içeriyor. Mantıksal olarak ifade ettiğimizde,
p → – p
gibi bir önermede bulunuyor diyebiliriz. Ancak bu mantıksal olarak yanlış olurdu. Çünkü bu p’nin bir sayısal değere denk geldiğini düşünürsek;
2 ≠ 2
şeklinde de belirtebilmemiz gerekirdi. Oysa bunun mantıksal olarak tutarlı olmadığı açıktır. O halde bu resimle bize anlatılmak istenen ne olabilir?
Gerçeküstücülüğün benimsemiş olduğu belirsizlik ilkesi burada apaçıktır. Çünkü tabloyu bütün olarak ele aldığımızda karşılaştığımız iki farklı yargı bize açık bir veri sunmamaktadır. Foucoult’nun kitabında Rene Magritte ile olan bir mektuplaşması üzerinden işlediği benzeyiş ve andırış kavramları ile Platon’un tümel kavramının burada ilişkilerini inceleme imkanı bulabiliriz. Şöyle ki, Magritte kanımca doğru olan bir ayrıma gidiyor ve şeylerin aralarında sadece andırma ilişkisi kurulabileceği belirtiyor. Kendi verdiği örnekle bezelyeler yaklaşık aynı renge ve şekle sahip olsalar da bunlar birbirlerini ancak andırabilir veya andırmayabilir. Aralarında oluşabilecek tek ilişki budur. Benzeme ise bizim düşüncelerimiz ile ilgilidir. Bu noktada Platon’un Kratylos diyaloğuna dönersek, adların genel anlamda bütünleyici anlamlar taşıdıklarının belirtildiğini görürüz. Yani bezelye adı sadece o nesneye verilmiş genel (tümel) bir ad olarak oldukça kuşatıcıdır. Magritte’in mektubunda “biz düşüncelerimize göre benzerlikler kurarız” cümlesi de bu anlamda ele alınabilir.
Platon’a göre tümel olan “beyaz” kavramını eğer ki biz bir cümle içerisinde kullanırsak, örneğin “Tebeşir beyaz renktedir, aynı doktorların önlükleri gibi.”, beyaz kavramının ifade edilebilmesi için bir nesne ile kullanılması gerektiğini görebiliriz. Tek başına “beyaz” demek, herhangi bir yönelimden uzak olacaktır. Beyaz renk derken bile fiziksel olarak bir renkten bahsediyor oluruz. Platon’un da demek istediği tüm bu beyaz olma durumunun ötesinde bulunan beyazdır. Yani hepsinde ortak olan. O halde bir beyaz tebeşir ile bir beyaz doktor önlüğü birbirini andırır ama birbirine benzer midir?
Vereceğimiz cevabın olumsuz olmasını gerektiğini düşünebiliriz. En azından yazının sanki bu cevabı almak ister gibi bir durumu olduğu düşünülebilir. Oysa nesneler arasında bir andırma ve düşünceler arasında bir benzeyiş durumu söz konusu ise, tebeşir ile önlük ancak benzer olabilirler. Çünkü tek ortak noktaları beyaz tümeline aittir. Oysaki iki bezelye tanesi renk, şekil, büyüklük, tat gibi pek çok ortak özelliğe sahip olmalarından dolayı birbirlerini andırırlar. Rene Magritte’ın dikkat etmediği husus budur. Şeyler arasında andırma olabilir fakat aynı şekilde benzeyiş de olabilir. Benzeyişin sebebi ise andırmanın tamamen dışında nesnelerin sahip oldukları tek ortak özellik sebebi ile oluşur.
Şimdi, bir bezelye evrensel kümesi hayal edelim. Bu kümenin içinde de iki tane küme daha olsun ve bunlar da birbiri ile kesişsinler. Birisine Bx, diğerine By ve evrensel kümemize de Be ismini verelim.
Bu durumda Bx ve By, Be nin altkümeleri durumdadır. Be nin bezelyenin tüm özelliklerini belirtiğini düşünürsek, bu evrensel küme bir tümel olarak ele alınabilir. O halde Be’nin altkümeleri olan Bx ve By de Be’den özellikler almış olmalıdır. Bx ve By’nin kesiştiklerini söylemiştik. O halde kesişim bölgesi de yine Be’nin özelliklerini taşımaktadır. Aynı şekilde kesişim bölgesinde hem Bx’in hem de By’nin elemanları bulunmaktadır. Bu iki kümenin ortak özelliklerini belirten kesişim bölgesi bezelye tümeli içerisinde yer alan bir andırma alanıdır. Be kümesi bir tümel olarak bezelyeye ait tüm özellikleri zaten taşımaktadır. Ancak kesişim bölgesi belirli özellikler için ortak bir alandır ve bu sebeple birbirini andıran bezelye taneleri ile doldurulabilir. Örneğin yuvarlak olma özelliği bu alanı belirtiyor ise bezelyelerin yuvarlaklığı bakımından taneler birbirini andırır. Oysa bezelye tümeli tüm özelliklere sahip durumdaysa hiçbir bezelye tanesi bezelye tümeline benzer olamayacaktır.
Bu andırmaların toplamı ise bize benzeşmeyi verecektir. Wittgenstein gibi söylersek; “Cümlelerin toplamı dünyadır.” olacaktır.
Şimdi Rene Magritte’in “Bu bir pipo değildir” isimli tablosuna tekrar dönelim.
Pipo dediğimiz zaman anladığımız şey çoğunlukla, ağaçtan yada lüle taşından yapılmış, filtresi olan, tütün içmeye yarayan bir alettir, şeklinde olacaktır. Tütün içme amacı doğrultusunda yapılmış bir alet olarak pipo bizde her zaman bu şekilde nesnesel bir çağrışım yapacaktır. Yada pipo denildiğinde bu tanıma benzeyen bir nesne hayal edeceğizdir. O halde bir pipo resmi gerçekten piponun kendisini karşılar mı? Daha basit şekilde Magritte’in tablosundaki bir pipo mudur?
Buna bir cevap vermeden önce Wittgenstein’a biraz bakmak istiyorum. Tractatus’da belirttiği bazı cümleleri yukarıda söylediklerimizle ilişkili olarak burada anabiliriz. Kitabın ikinci cümlesinde yani 1.1 önermesinde “Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil.” deniliyor. Wittgenstein için biz dünyayı, dünyadaki olguları karşılayan tasarımlar ile kavrarız. Bu tasarımlar dilsel tasarımlardır ve sınırı yine dünyadır. O halde dünyadaki nesneler değil, olgu durumları bizim anlama sürecimize dahildir. Bu tasarımlar gerçekliğin bir taslağıdır2. Bu tasarımlar da olguların tasarımlarıdır. Sonuncu bir önermeler olarak da 3. önerme olan “Olguların mantıksal tasarımı, düşüncedir”i ve 3.22. önerme olan “Ad, cümle içinde nesnenin yerini tutar.”ı kullanalım. Wittgenstein’a göre biz yanlış düşünemeyiz. Bu sebeple olgunun tasarımının doğru olması demek düşüncenin de doğru olması demektir. Yoksa bunun tam tersi olur.
Platon’un Kratylos diyaloğunda üzerinde durduğu adlandırma problemi için konuşurken, her doğru adlandırmanın, işaret ettiği nesneyi tam karşıladığı belirtir. Yani yanlış bir ad zaten hiçbir şey ifade etmeyecektir. Buna paralel bir şekilde Wittgenstein’da da adın dünyadaki nesneyi işaret etttiği fikri ile karşılaşıyoruz.
“Ad”, bir tasarımdır. Nesnelerin dil yapısı içerisinde işaret edilebilir bir forma dönüştürülmesi, kavramlaştırılmasıdır. Bu sebeple her ad, bir tasarım olarak, dünyaya ait bir şeyin tasarımıdır. Dil içerisinde, bir cümlede de, bu sebeple işaret ettiği nesnenin yerini tutar.
Peki resmi de bir tasarım olarak ele alabilir miyiz? Bu yazı içerisinde cevabımızın olumlu olduğunu düşünerek hareket edelim. Tabiki buradaki tasarım, dilsel bir form almasa da yine mantıksal bir form almaktadır zaten. O halde Magritte’in piposu nesnel bir piponun hem işareti hem de onun yerine geçen tasarımıdır.
Ben, olgularla kavrayabiliyorsam, o halde nesnelerin salt nesnel durumları benim için anlanabilir olamaz. Matematik, geometri, mantık gibi evreni, düşünceyi kendi olgularımıza dönüştürmeden dünyayı algılayamıyorsam, o halde sadece bir nesne benim için geçerli bir kavrayış oluşturamaz. Nesnenin belirli kurallar çerçevesinde olgu halini alması gerekmektedir ki ben onu anlayabileyim. “Sigara” kavramı, söylenirken sesli, yazılırken görsel bir form alması bakımından mantıksal kurallarca oluşturulmuştur. Ben de buna karşılık gelen nesneyi ancak bu yolla algılayabilirim.
Daha önce hiç “rubic cube” görmemişsem eğer, birisinin bunu söylemesi benim için herhangi bir anlamda taşımaz. Ancak bir nesneyi, rubic cube’ü, işaret ederek kurulan “rubic cube” kelimesi bana bir karşılaştırma imkanı sunmaktadır. Burada işaret etme, artık, “buna eşittir” anlamını taşımaktadır. Kelime ile nesne arasındaki anlamsal ilişki bana işaret ile verilen bu bağ ile mümkün olabilmektedir.
Peki o zaman şunu sormalıyım; Magritte’in tablosunda çizilmiş olan pipo bana pipoyu anlatıyor mu? ya da yazılmış olan “bu bir pipo değildir” cümlesi bana işaret olarak verilenin nesneye karşılık gelmediğini mi belirtmektedir?
Sanıyorum ki bu sorulara tek tek cevap vermek toplamda bir cevap olamayacaktır. Anlattıklarımıza bir özet olarak kullanabileceğimiz bu cevabı şu şekilde toplayalım;
1- Her ad, nesnel bir gerçekliği anlamlı kılar.
Öğrenilen bir dil ise ve dil içerdikleri bakımından tek bir bakış sunmamaktaysa, örneğin mecaz anlamlar gibi, o halde dil ile anlaşan insan için nesnelerin kendileri aracılığıyla değil, onları işaret eden adlar ile anlaşılabilir.
2- Adın nesneyi karşılaması benim bunu istememle mümkündür.
Eğer ki ben, “gül” kelimesi için hem fiil, hem de isim karşılığını biliyorsam, cümlede sunulan doğru anlam için, bana verilen işaret kadar benim de bu anlamın işaretine yaklaşmam gerekir. Yani yönelimim “gül” kelimesini fiil olarak o an için anlamlı kılarsa, isim olarak anlamsız kılmalıdır.
3- Adın karşıladığı anlam benim tasarımımla ilişkilidir.
Başkası için durum değişebilir. Magritte için pipo, pipo olmayabilir. Onun anlatmak istediği piponun kendisi değilse bu tamamen mantıklıdır. Çünkü amaç piponun anlamı değildir. Şekil bana pipoyu betimlese de, bunun pipo olmadığının belirtilmesi demek, “ben bunu, sadece, pipoyu anlaman için yapmadım” demektir. Ya da “evet pipo çizdim ama sonrada değildir dedim” anlamındadır. Başka bir anlama ihtiyaç yok. Çünkü resmetmek de bir dil parçası olarak aynı anda kendisini değilleyen cümle gibi yine de pipoyu işaretlemeye devam etmektedirler.
Magritte’in sanatının benimsediği temel strateji, çok bildik görüntüleri göz önüne sermesi olsa da, bunu oldukça farklı bir yoldan gerçekleştirir. Sanatçı, çizdiği görüntüleri bazılarının olanaksız, akıldışı ya da anlamsız olarak tanımlayabileceği bir yöntemle ters-yüz eder ve onların tanınırlığını tartışmalı hale getirir. Foucault’nun Magritte’in eserlerinde ilgisini çeken şey budur. Foucault, dilin resimle ilişkisinin sonsuz olduğunu ileri sürer. “Bunun nedeni, sözcüklerin kusurlu olması ya da görünenle karşılaştırıldıklarında aşırı ölçüde uygunsuz olduklarını göstermeleri değildir. Ne dil, ne resim, birbirinin terimlerine indirgenebilir: (…) gördüğümüzü söylememiz boşunadır, çünkü, gördüğümüz söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir.” Foucault’nun bu yorumu, muhtemel ki, Magritte’in kendi resimleri hakkında yaptığı şu yorumdan beslenmektedir: "Benim resimlerim hiçbir şey anlatmayan görsel imgelerdir. Akla gizemi getirirler. Doğrusunu isterseniz, benim resimlerimi gören biri kendi kendine şu basit soruyu sorar: 'Bunun manası ne?' O resmin bir manası yoktur. Çünkü zaten gizem de aslında hiçbir şeydir, bilinmeyendir."
Peki buraya kadar sayılıp dökülenlerin ilişkili olduğu şey nedir? Bütün bunlar, tek bir şeyle, pipo ile ilişkilidirler. Aslında iki pipo söz konusudur. İlki, 1926 tarihlidir ve altında özenli, belki de özensiz bir el yazısıyla “Bu bir pipo değildir” yazmaktadır. İkincisi ise, bundan sonradır, ve onda da aynı pipo, aynı açıklama ve aynı yazı söz yer almaktadır. Fakat, bu ikinci tabloda, pipo, ilkindi olduğu gibi nerede olduğu belli olmayan bir mekanda olmaktan çok, bir çerçeve içerisine yerleştirilmiştir. O çerçeve, bir şövalede asılı durur gibidir. Şövalenin üç ayağı zemine değmektedir, fakat bu değiş o kadar zayıftır ki, şövale her an üzerindeki tabloyla devrilip gidecek gibidir.
Bu tablodaki daha ilginç nokta, pipoya başka bir piponun daha eşlik etmesidir. Fakat bu pipo, diğeri gibi genişliği, yüksekliği ve derinliği belli olan mekanda değil, aksine havada asılı haldedir. Koordinatları belli değildir, boşlukta yüzer gibidir. Bu, tabloda müthiş bir karşıtlık oluşturmaktadır. Tablodaki bir diğer ilginç nokta, neyin resmedildiği ya da daha doğru bir ifadeyle neyin temsil edildiğidir. Evet, ortada iki pipo vardır, ama bunlar aynı piponun iki desenini mi temsil etmektedirler? Yoksa bir pipo ve bir piponun deseni mi vardır? Belki de biri bir pipoyu canlandıran, öteki canlandırmayan iki desen söz konusudur? Ya da biri de öteki de bir pipo olmayan ve bir pipoyu canlandırmayan iki desendir?
Aslında bunların hiçbiri önemli değildir, önemli olan, tabloda gerçekten de bir piponun olup olmadığıdır. Tabloda elbette bir pipo vardır. Şu halde asıl soru şudur: Tablodaki pipo gerçekten de bir pipo mudur? Magritte’in tablonun altına yazdığı yazı, tablonun bize göstermek istediği şeyle tezatlık oluşturuyor gibidir. Esasen tezatlık, iki ileri sürüş söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Şu halde, tablonun altında yazan şeyle temsil ettiği şey birbirlerine tezatlık mı oluşturuyorlar? Tabloda gösterilen şey, gerçekten de bir pipoysa, o halde onun bir pipo olmadığını söylemek paradoksal bir durum oluşturmaz mı?
Ya da tablonun temsil ettiği şey ile onu açıklayan yazı aynı şeyi mi söylüyor? Böyleyse şayet, tek bir ileri sürüşten söz etmemiz gerekmez mi? Dilde, bir alışkanlığımız vardır; bu çizim nedir diye sorulunca, bu bir attır, bu bir insandır, bu bir kuştur deriz… Bu yanlış bir şey de değildir, hem resimde kuş figürü çizilmişse ona başka ne diyebiliriz ki? Fakat yine de tablodaki piponun gerçekten de bir pipo olduğunu söyleyebilir miyiz?
KAYNAKÇA
Antmen, Ahu. (2010). Sanatçılardan Yazılar ve Açıklamalarla 20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar. İstanbul. Sel Yayıncılık.
Foucault, M. (2008): Bu Bir Pipo Değildir, 6. Baskı Çv. Selahattin HİLAV İstanbul, Yapı Kredi Yayınları-296
Lynton, Norbert. (2004). Modern Sanatın Öyküsü. Çevirenler: Çapan,C. Öziş,S. İstanbul. Remzi kitabevi.
Wittgenstein, L. (2013): Tractatus Logico-Phılosophicus, İstanbul. Metis Yayıncılık
Wittgenstein, L. (2017): Felsefi Soruşturmalar, 4. Baskı Çv: Haluk BARIŞCAN İstanbul, Metis Yayıncılık.
Yılmaz, Mehmet. (2013). Modernden Postmoderne Sanat. Ankara. Ütopya Yayınevi.