‘Halk için’ retoriğini, ‘Halkla birlikte’ olma etiğine dönüştürmek

Siyaset, çoğu zaman bir imge üretimidir. Ve bu imgelerin en büyüğü, belki de en yanıltıcısı, “halk”tır. Popülizm, tam da bu imgenin üzerine inşa edilir: Sessiz çoğunluk, bastırılmış irade, hakiki millet. Fakat sormamız gereken şudur: “Halk” diye bahsedilen bu bütün, gerçekten var mıdır? Yoksa siyasal dile musallat olmuş bir hayaletten mi söz ediyoruz?

Popülizmin merkezinde “halk” kavramı bulunur. Ancak bu kavram, basit bir toplumsal kategori olmaktan öte, felsefi bir sorunsalın kapısını aralar. Halk nedir? Ontolojik olarak var mıdır, yoksa siyasal söylemin bir inşası mıdır? Martin Heidegger’in “varlık” ve “dünya-içi-varlık” (Dasein) ayrımına benzer şekilde, halk da somut bireylerin ötesinde, bir “varlık hali” olarak mı ele alınmalıdır? Popülizm, halkı bu varlık hali üzerinden tarif eder; ama bu tarif, onun gerçekliğinden mi, yoksa mitolojisinden mi beslenir?

Ernesto Laclau’ya göre popülizm, bir siyasal mantık biçimidir ve toplumsal taleplerin hegemonik bir anlatıya dönüştürülmesi süreciyle işler. Popülist söylem, halkı homojen bir bütün olarak inşa eder ve bu bütünlüğü karşısında konumlanan bir “elit”e karşı tanımlar. Bu söylemsel yapı, halkın gerçek iradesini yansıttığı iddiasıyla meşruiyet kazanır.

Rousseau’nun “genel irade” (volonté générale) kavramı da burada kritik bir rol oynar. Rousseau, halkın iradesini temsil eden genel iradenin, bireysel isteklerden bağımsız ve ortak yarara yönelmiş olması gerektiğini savunur. Ne var ki, popülizm bu genel iradeyi çoğu zaman liderin kişisel iradesiyle özdeşleştirerek temsil ilişkisini tersine çevirir: Artık halk, liderin sözleriyle konuşur; lider halkın sözcüsü değil, onun sesi olur.

Demokrasiyle olan gerilimli ilişkisi, halkı merkeze almasıyla öne çıkan yüzeysel çekiciliği ve temsil iddiasının yarattığı siyasal karmaşa, bu kavramı hem cazip hem de sorunlu kılar.Bu noktada popülizmin “halk için” hareket ettiği iddiası, felsefi bir paradoksu da içinde barındırır: Gerçekten halkın taleplerine mi dayanır, yoksa halkın ne istediği önceden varsayılmış bir kurgunun sonucu mudur? Judith Butler’ın performatif kimlik teorisini referans alırsak, popülist liderin halkı temsil etmesi, aslında halkı kurmasıyla eşzamanlıdır. Böylece halk, temsilin nesnesi olmaktan çıkıp temsilin kurgusal bir ürünü haline gelir. Popülizm, “hakikati” halkın basit ve saf sezgilerinde görür. Bu epistemolojik pozisyon, Friedrich Nietzsche’nin “gerçeklik ve doğruluk” üzerine eleştirileriyle çelişir. Nietzsche’ye göre, “gerçeklik” tek ve mutlak değildir; bilgi, perspektiflere bağlıdır. Popülizm ise bilgiyi tek bir perspektife, “halkın perspektifine” indirger.Bu indirgeme, epistemik çeşitliliğin bastırılmasıdır. Michel Foucault’nun bilgi-iktidar ilişkisi bağlamında baktığımızda, popülizm, belirli bir bilgi rejimini iktidara taşır; bu bilgi rejimi halkın “gerçek bilgisi” olarak sunulur. Oysa bu, diğer bilgi biçimlerinin delegitimasyonuyla sonuçlanır ve demokratik tartışmanın zeminini kurutur.Burada Michel Foucault’nun “iktidar bilgi üretir” tespiti devreye girer. Popülizm, halkı tarif ederken onu kurar. Bu kurguya direnen her şey, halk düşmanı ilan edilir. Sessiz kalan halk, gürültücü bir liderin sesiyle konuşur. Oysa halk konuştuğunda, onun sesinin çoklu ve çatışmalı olması gerekirdi. Popülizm halkın değil, halk adına konuşanların çok sesliliği bastırma aracıdır. Popülizmin halkla kurduğu ilişki çoğu zaman simgesel bir sadakat üzerinden işler. “Halkla birlikte olmak” ifadesi, çoğu zaman halkın duygularını, korkularını ve öfkelerini kullanmakla sınırlı kalır. Bu, Hannah Arendt’in totaliter rejimler üzerine yaptığı analizdeki “halksız halk hareketleri” kavramını hatırlatır. Popülizm, halk adına konuşur ama halkla birlikte düşünmez; halk adına karar alır ama halkı karar süreçlerine katmaz. Böylece katılımcı demokrasinin dinamikleri devre dışı kalır.Popülizm, temsili demokrasiyi krizleştirir; ancak bu kriz, yapıcı olmak zorunda değildir. Popülizm, çoğu zaman demokrasinin sınırlarını aşarak onu yeniden kurmaz, aksine aşındırır. Bu noktada Chantal Mouffe’un agonistik demokrasi anlayışı önemli bir alternatifi işaret eder: Düşmanlaştırma yerine rakipleşme, bastırma yerine mücadele. Gerçek demokratik süreç, karşıt görüşlerin meşruiyetini kabul etmekle başlar. Popülizm ise bu karşıtlığı ortadan kaldırarak yalnızca bir “biz” ve bir “onlar” kurar.

Bu siyasal basitleştirme, demokrasinin derinliğini yitirmesine neden olur. Oysa halk için yapılan siyaset, halkın karmaşık doğasını, çelişkili taleplerini ve farklı kimliklerini içerdiği ölçüde gerçek olabilir. Popülizm ise halkı yalnızca bir mit olarak var eder. Bu mit, ne kadar güçlü görünürse görünsün, demokratik katılımın yerini aldığında, demokrasinin içini boşaltır. Temsili demokrasinin krizine bir yanıt gibi görünür. Ancak bu yanıt, demokratik idealin aşınmasına yol açar. Jürgen Habermas’ın iletişimsel eylem teorisi burada yol göstericidir: Demokratik meşruiyet, karşılıklı anlayış ve rasyonel iletişimle kurulmalıdır. Popülizm ise duygusal, kutuplaştırıcı ve rasyonel tartışmayı dışlayan bir retoriğe dayanır.

Dolayısıyla popülizm, demokrasi için bir tehdit olduğu kadar, demokrasinin eksikliklerinin ifadesidir. Bu eksiklikler giderilmeden popülizmle başa çıkmak mümkün değildir. Demokrasi, halkın çok sesliliğini ve farklılığını kucaklayarak yeniden inşa edilmelidir.

Sonuç olarak, popülizm tuzağı, halk adına konuşan ama halkla birlikte hareket etmeyen siyaset biçimlerinde somutlaşır. Gerçek demokratik pratik, halkın yalnızca nesne değil, özne olduğu; sadece dinlenen değil, düşünen ve karar veren bir kolektivite olarak var olduğu bir zemin gerektirir. Bu da ancak popülizmin vaat ettiği “halk için” retoriğini, “halkla birlikte” olma etiğine dönüştürmekle mümkündür.