Dijital baskı, toplumsal kontrolün yeni bir “metafiziği”dir: Burada kontrol, sadece görünürlük değil, “bilinirlik” üzerine kurulur.
Birey, kendini sürekli bir “bilinme” hali içinde bulur ve bu, özgürlüğü tüketen bir “gözetim cenderesi” yaratır. Bireyin varlığı, izlenebilir, analiz edilebilir, optimize edilebilir bir varlığa dönüşür. Artık bireyin direnişi, sadece toplumsal normlara karşı değil, aynı zamanda kendisini gözetleyen ve tanımlayan bu dijital metafiziğe karşı da olmalıdır.
Mahalle, insanın kendini keşfettiği mikrokozmostu; sokakların birbirine karıştığı, yüzlerin belleklerde kazındığı, sözün ve suskunluğun birlikte var olduğu bir alan… Mahalle baskısı, sadece sosyal bir düzen sağlamak değil, aynı zamanda varoluşun, aidiyetin ve sınırların somutlaştığı bir ritüeldi. Orada, birey hem kurban hem bekçi, hem mahkûm hem yargılayıcıydı. Zira mahalle, bir tür toplumsal “beden”di: Her hücresi diğerini denetler, ancak aynı zamanda canlılığını ondan alırdı.
Bugün bu “beden”, dijital ağlarla, devasa bir yapay zihinle, izleme ve kaydetme makinesiyle yer değiştiriyor. Dijital baskı, sadece bireyin hareketini değil; düşüncesini, arzularını, hatta belki rüyalarını da biçimlendiren görünmez bir “dijital beden” yaratıyor. Bu bedenin içinde mahalle yok, sokak yok; sadece sonsuz bir ağ var. Görünmeyen ama her yerde olan, anonim ama ürkütücü bir varlık. Artık kontrol edilen sadece beden değil, zaman, mekân ve bilginin kendisi.
TikTok’ta #girlhood etiketiyle yayılan kısa videolarda kimi gençler dağda yoga yapıyor, kimi kamusal alanlarda gözyaşlarıyla “kendine dönüş yolculuğunu” anlatıyor. Aynı hesap, ertesi gün Twitch’te kapitalizm eleştirisi yapıyor; sonraki günse estetik ameliyat vlog’u paylaşıyor. Takipçiler azalmıyor. Tepki gelmiyor. Çünkü kimse artık tutarlılık ya da ideolojik sabitlik beklemiyor.
Eskiden insanın kim olduğu; nereli olduğu, hangi görüşe yakın durduğu ya da neye inandığıyla ölçülürdü. Ancak 2000 sonrası doğan kuşak için bu tanımlar artık dar ve yetersiz. Ne sağın dilini benimsiyorlar, ne solun kalıplarına sığıyorlar. Ne gelenekle tamamen barışıklar, ne de moderniteye bütünüyle teslim olmuşlar. Aidiyetsiz gibi görünüyorlar ama aslında, tanımlanamayan bir aidiyet biçimiyle hareket ediyorlar.
Gençler artık bir dijital topluluktan diğerine geçerek kendi “melez kimliklerini” oluşturuyor. Spotify’da Solomun dinleyip, aynı akşam Discord’da anarşist tartışmalara katılıyorlar. Instagram’da dijital estetikle uğraşıp, Twitter’da politik parodi yapıyorlar.
Instagram’da “bio” kısmında sıkça şu cümleyle karşılaşılıyor:
“Hiçbir yere ait değilim ve bu iyi hissettiriyor.”
Eskiden tehlikeli sayılacak bir cümleydi bu. Bugünse, bir neslin manifestosu.
Peki ya bu nesil sahiciliğe susamışsa?
2025’te İstanbul’da yapılan bir gençlik araştırmasına göre, katılımcıların %74’ü “kendisini temsil eden bir siyasi yapı yok” diyor. Ancak aynı kişilerin %60’ı sosyal adalet, iklim değişikliği, dijital haklar gibi konularda gönüllü çalışmalara katılıyor. Bu, politikadan kopma değil; politik olanı yeniden tanımlama biçimi.
Ve belki de buradan yeni bir çağ başlıyor: Dijital baskının gölgesinde büyüyen gençlik, köksüzlüğün karanlığını yaşayarak, unuttuğu ya da unutturulmuş köklerine yeniden yöneliyor. O kökler, yüzyılların biriktirdiği gelenekler, sesler, değerler ve aidiyetlerdir; zaman zaman göz ardı edilmiş, kimi zaman gölgede kalmış ama asla yok olmamış.
Gençlik, dijital çağın dağınıklığı içinde bu kökleri yeniden keşfederek, onları geleceğe taşıyacak yeni bir anlam inşa ediyor. Köksüzlükten doğan sancı, böylece yeniden köklenmenin yolunu açıyor. Gençliğin asıl manifestosu şudur:
“Bizi kurtaracak olan, köksüzlüğün değil; yeniden hatırladığımız ve yeniden inşa ettiğimiz köklerimizin ışığıdır.”