Deprem, sadece binaları yıkmaz; insanın içindeki dengeleri de yerle bir eder. Betonun altında kalan yalnızca taş değil, güven duygusudur. O güven bir kez sarsıldığında, en sağlam zemin bile artık kaygan gelir.
Deprem sonrası psikoloji, görünmeyen bir enkazdır aslında. Dışarıdan bakıldığında hayat normale dönüyor gibidir: marketler açılır, yollar yapılır, okullar çalışır. Ama bir insanın içindeki “normal” kolay inşa edilmez. O, ne vinçle kaldırılır ne betonla dökülür.
Kahramanmaraş’ta, Hatay’da, Adıyaman’da yaşayan insanların çoğu hâlâ bir alarm hâlinde. En ufak titreşimde kalp atışları hızlanıyor, rüzgârın uğultusu bile “acaba yine mi?” korkusunu getiriyor. Bu, bedenin değil, ruhun artçısıdır. Zaman geçer ama o sarsıntı, zihnin derinliklerinde yaşamaya devam eder.
Psikologların söylediği bir şey var: “Travma, anlatılmadıkça büyür.” O yüzden konuşmak, paylaşmak, dinlemek çok kıymetli. Çünkü depremden sonra sadece evler değil, kelimeler de yıkıldı. İnsanlar artık acılarını ifade etmekte zorlanıyor. Kimisi susarak direniyor, kimisi gülümseyerek saklıyor. Ama hiçbirimiz eskisi gibi değiliz.
Bu yüzden toplumsal dayanışma sadece ekmek ya da çadır vermekle olmaz. Bir insanın elini tutmak, onu dinlemek, “korkman normal” demek de bir yardımdır. Devletin yaptığı binalar kadar, toplumun kurduğu empati de yeniden inşanın bir parçasıdır.
Deprem sonrası psikolojide en tehlikeli şey, unuttuğunu sanmaktır. Çünkü unuttuğunu sandığın her acı, bir gecede kapını çalabilir. Bu yüzden şehirler yeniden yapılırken, ruhların da onarılması gerekir.
Belki bu topraklar tekrar sarsılacak, belki gökyüzü yine karanlık olacak ama önemli olan, içimizdeki ışığı söndürmemek. Deprem, bir doğa olayıydı; ama sonrasını nasıl yaşadığımız, insanlık meselesidir.
Ve insan, yeniden ayağa kalkmak için önce içindeki enkazı kaldırmalıdır.